2. Gün : 11 Eylül Cuma

11 Eylül sabahı erkenden düşüyoruz yollara. Amacımız yağmura yakalanmadan Çal'a varabilmek. İlk durağımız Menteş. Menteş deyince akla ilk Beycesultan Höyüğü geliyor.
Beycesultan Höyüğü'nden elde edilen arkeolojik bulgular, bu bölgede yerleşimin M.Ö. 3000'li yıllara dayandığını gösteriyor. Höyüğün bulunduğu yerin Hititler'e bağlı Arzava Krallığı'nın başkenti olduğu düşünülüyor.
Yapılan kazılarda ortaya çıkarılan eserlerin büyük bir kısmı Hierapolis Arkeoloji Müzesinde sergileniyor.
Yol boyunca ayçiçeği tarlalarının fazlalığı dikkati çekiyor. Konuştuğumuz köylüler bölgede ayçiçeği alımı yapan firmaların artmasıyla bu ürünün tarımını yapan çiftçilerin arttığını söylüyorlar.
Su molası verdiğimiz bir çeşmenin yakınında bu tabela dikkatimizi çekti doğrusu. Nüfus 16!
Yol uzunca bir süre dümdüz devam ettiğinden kendimizi kaptırıp yüksek tempoda pedallamışız. İmdadımıza bu çeşme yetişti. Dünya üzerinde başka hangi memlekette bir çeşme kendisinden su içene böyle güzel nasihat eder?
"Bak şu çeşmenin haline, su içecek tası yok.
Kırma insan kalbini, yapacak ustası yok."
Bir yerleşim yerinin daha yanından geçiyoruz. Burası çalışmak için sezonluk olarak bu yöreye gelen insanlarımızın konakladıkları bir yer. Bizi görenlerden bazıları koşarak yol kenarına gelip bizi çay içmeye davet edecek kadar misafirperverdi.
Bir günlük aradan sonra yeniden Menderes'le kucaklaşıyoruz. Bugün defalarca kez üstünden geçeceğimiz köprülerden ilki bu.
Çivril'i Denizli'ye bağlayan ana yol oldukça işlek ve en sağdaki bizim için emniyetli şerit, yolun çoğu yerinde çok dar. Bu yüzden sık sık araçların tacizine uğramamıza rağmen sağ salim Çıtak'a kadar gelmeyi başarıyoruz.
Çıtak ve Kıralan'dan geçerken bir iki traktör yüreğimizi ağzımıza getirse de anayol çilesinden artık kurtulmak üzereyiz. Kıralan'dan sonra sağa sapıp tenha köy yollarına gireceğiz.
Ana yoldan köy yollarına sapar sapmaz yağmur bizi yakaladı. Uçarcasına pedallara basıp kendimizi Beyelli köyüne atmıştık ki güneş tekrar bulutların arasından çıkıp yüzümüzü gülümsetti.
Beyelli köyü girişinde Cennet abla ve ailesi ile tanıştık. Gümüşsu'dan beri çantamızda taşıdığımız armut Cennet'in çok hoşuna gitti. Kırmızı saçları ve masmavi gülen gözleriyle günün en güzel sürpriziydi bu küçük kız.
Bakkaldan gramla ayçekirdeği almaya alışık olan bizler için bu manzaranın ne demek olduğunu tahmin edebiliyor musunuz?
Ali Osman ve Ramazan abiler bizi çok sıcak karşıladılar. Epeyce bir sohbet ettik.
Ailecek çalışıyorlardı. Yağmur bastırmadan ayçekirdeklerinin toz ve pislikten ayıklanması gerekiyordu.
Kendileriyle vedalaşarak tekrar yollara döndük.
Beyelli'den Kavaklar'a giderken tekrar Menderes'in üzerinden geçtik.
İki adım gitmemiştik ki tekrar bir köprüyle karşılaştık.
Yeni yağan yağmurun etkisiyle su epeyce karışık ve kalabalık. Nehir bulduğu herşeyi önüne katarak getirmiş.
Gelinören'e giderken karşımıza yine bir köprü çıkıyor.
Köprüde durup biraz mola veriyoruz. Bu kadar çok köprüden geçince elimizde harita olmasına rağmen bir an yanlış yolda olduğumuz duygusuna kapıldık.
Nehrin bir solunda kalıyoruz bir sağında. Bazen de tam ortasında.
Gelinören'e gelirken bir köpeğin saldırısına uğruyoruz. Yaklaşık 500 metre arkamızdan koşan köpek bizi soluk soluğa bırakıyor.
Gelinören'den Dayılar'a doğru giderken tekrar bir köprünün üstünden geçiyoruz.
Dayılar köyünde köpeklerin bağlı olduğunu umarak köye giriyoruz.
Köyün girişinde karşımıza çıkan ilk hemşehrimize selam veriyoruz. O da bizi evine buyur ediyor.
Teyzeleri yufka yaparken yakalamışız. En unlu halleriyle bize gülümsüyorlar.
Ve sonunda en beklediğimiz soru: "Aç mısınız?"
Bizim için yaptıkları sıcacık bazlamaların arasına yatırdıkları enfes kaymakla sadece midemizi değil, gönlümüzü de fethediyorlar.
Duran ve Osman abilerle çay içip uzun uzun muhabbet ediyoruz. Bizi böyle güzel ağırladıkları için onlara ve ailelerine minnettarız.
Aşağıseyit köyünde, geleneksel sudan koyun geçirme şenliklerinin yapıldığı yere doğru gidiyoruz bütün merakımızla. Bu gelenek Çal'da bazı kayıtlara göre 830 yıldır sürmekte.
Efsaneye göre, Karakoyunlu aşiretinden bir genç, Çal yöresine yerleşen Oğuz beylerinden birine çoban olur. Çoban ile beyin kızı birbirlerine aşık olurlar. Yörede çok sevilen çoban, beyden kızını ister ancak bey vermez. Bunun üzerine beyin kızı hastalanır.
Kızının hastalanmasına dayanamayan bey, çobana çok ağır bir şart koşar. Der ki, "koyunlarına 3 gün boyunca tuz yedireceksin ve su içirmeden Menderes'i geçireceksin." Kavalını eline alan çoban, Karabaş isimli ve sürünün başı olan el koyuna kaval çalıp, aşkına kavuşması için kendisine sadakat göstererek, su içmeden nehirden geçmesini ister.
El koyun yani baş koyun ve sürüdeki diğer koyunlar çobanın sevdiğine kavuşması için Menderes'ten su içmeden geçerler fakat susuzluktan bütün sürü telef olur. Beyin evine giden çoban, sevdiği kızın öldüğünü görünce dağlara çıkar ve bir daha da kendisinden haber alınamaz.
Bu geleneği sürdürmek için her yıl Ağustos ayında yapılan bu yarışmada çobanlar sürülerini Menderes Nehri'nden geçirmeye çalışıyor. Çoban, sürüsünün baş koyununu rengarenk boyuyor ve sürüsünü de alarak ardı sıra nehre getiriyor. Önce kendisi nehre giriyor. Eğer baş koyunu ona sadıksa o da arkasından atlıyor ve baş koyunu takip eden sürü de suya atlayarak karşı tarafa geçiyor. Aslında yarışmanın amacı, sürünün ve esasen baş koyunun çobana olan sadakatini ispatlamak.
Ne acıdır ki, köylülerin anlattıklarına göre geçtiğimiz yıllarda Menderes'teki su miktarının azalması nedeniyle bu yüzlerce yıllık gelenek gerçekleştirilememe tehlikesiyle karşı karşıya kalmış. Nehrin önüne taşlarla set yapıp suyu bir süre biriktirmek zorunda kalmışlar.
Köyün çıkışında Elif teyze ile tanışıyoruz. Kendisi bize su veriyor ama ne yaptığımıza, niçin yaptığımıza bir türlü anlam veremiyor. Elini öpüp yolumuza devam ediyoruz biz de.
Aşağıseyit'ten sonra manzara biraz değişiyor. Biz yavaş yavaş yükseklik kazanırken, Büyük Menderes de derin bir vadinin içine giriyor.
Bir süredir kuzeydoğu-güneybatı istikametinde takip ettiğimiz nehir yatağı, Yukarıseyit köyüne yaklaşırken birden keskin bir dönüşle kuzeye doğru kıvrılıyor.
Tam bu alana yaklaşırken sağımızda kalan bölgede eskiden kalma değirmenlerin olduğunu öğreniyoruz. Bu değirmenlerin yerinde şimdi alabalık restoranları var.
Zaman sorunu ve yağmura yakalanma korkusu nedeniyle risk alamıyoruz ve değirmenleri görme şansını kaçırıyoruz.
Köprü üzerinde hatıra fotoğrafı çektirmekle yetiniyoruz. Kısmet başka sefere.
Köprüden sonra muazzam bir rampa bizi bekliyor. Artık ana yola çıkmış olduğumuzdan yoğun trafiğin yanında kaplumbağa hızıyla Yukarıseyit'e tırmanıyoruz.
Bugünkü son durağımız Çal. Denizli'den her daim gördüğümüz Çökelez dağının kuzey eteklerindeyiz artık. Üzüm diyarı Çal'da bizi bambaşka güzellikler bekliyor.
Yol boyunca kurutulmak için serilmiş üzümleri görüyoruz. Üzümler yerde, sahipleri yanında, herkesin gözü gökyüzünde. Hava bozdu bozacak.
Çal Belediyesi'ndeyiz. Çal'da bizi karşılayan dostumuz ziraat mühendisi sayın Tekin Altaş'la birlikte, belediye başkanı sayın Hasan Gündüz'ü ziyaret ediyoruz.
Hasan Bey'den Çal'la ilgili önemli bilgiler alıyoruz. İlçede Menderes'le ilgili suyun kalitesinde bir sorun olmadığını söylemekle birlikte, özellikle kışın kanalizasyon sularının maalesef nehre karıştığını belirtiyor başkan. Arıtma tesisi yapımı konusunda ise, devletten çıkacak teşviğe ihtiyaçları olduğunu belirtiyor. Böyle bir tesisin gerek kurulum, gerekse işletim maliyetlerinin çok yüksek olduğunu sözlerine ekliyor.
Belediyeden ayrılırken şiddetli bir yağmura yakalanıyoruz. Öyle ki, bu gece konaklayacağımız yere varana kadar çantalarımızdaki herşey bizimle birlikte sırılsıklam ıslanıyor. İkinci günümüzün rotası ise şöyle.